“Yaşadıklarımız bizi yaşlandırıyor”
Okumayı, yazmayı öğreten ve sevdirenin
adıyla...
Yoğun olarak geçirdiğim bir
aydan daha da yorularak çıktım diyebilirim. Hamd olsun bizi inceden yorup
tefekküre iten sebeplere… Çok geziyorsun diyenlere, "Bizler gerçekten ne
duyuyor ne de görüyoruz. Gidip gezmemiz görmemiz gereken yerler, duymamız
gereken sesler var" demek istiyorum. Ben gezmiyorum. Dahası en meşhur
şehirlerin kıyıda köşede unutulan yerlerini ziyarete gidiyorum. Ben büyük bir
şehrin pantolonu çamurlu, paçaları yırtık dilencisiyim. Ben Mert. 12 yaşında
bir su satıcısı. Ben Ahmet dayı. 70 yaşında bir kâğıt
toplayıcısı ya da ikinci el bir ayakkabı satıcısı.
Ben Suriyeli bir bebek, çaresiz bir baba,
yüreği parçalanmış, yanmış bir anneyim. Ben Kadıköy'ün, Taksim'in göbeğinde bir
arka sokak. Ben Firavuni bir debdebenin ekmek kırıntılarıyım. Ben yalın
ayaklarla gökyüzünde dolaşmaya çalışan bir gecekondunun çatısıyım. Ya da kiralık
bir evde kalan sadece iki kişilik bir aileyim.
Ben namusuyum bu toprakların.
Daha bedenleri çürümemiş ecdadın toraklarının sulandığı taze kanım. İstanbul,
İzmir, Sinop, Ağrı, Diyarbakır'ım. Ben metropollerde yaşanan şiddetli
kavgaların kalkanıyım. Ben tıklım tıklım dolan metro duraklarının utangaç
bakışlarıyım. Kirlenen atmosferin beyinlerde oluşturduğu kalıcı hasarın
yenilenmesiyim. Çok küçük bir enerjinin bile beynin işleyişini değiştirdiği bir
zamanda empatinin başöğretmeniyim.
Son seyahatimde onlarca kişi
ile oturup muhabbet etme fırsatım oldu. Elimdeki telefonun navigasyonu ile
gideceğim yere rahatlıkla gidebilirim. Fakat ben bunu yapmıyorum. Telefonu
cebime bırakıyorum ve insanlarla iletişime geçiyorum. Adres sordukça
kayboluşlarımızı görüyorum, başımızdan savışları, umursamazlıkları velhasıl
kelam yaktıklarımızı, yıktıklarımızı… Zaman su gibi akıp gidiyor. Her şey öyle
bir değişiyor ki çarçabuk, hiçbir şeyin farkında varmadan daha doğrusu tat
alamadan kaybediyoruz. Herkes anı yaşamanın peşinde. Hiç kimse yaşadıklarının
kendisini yaşlandıracağını düşünmüyor, düşünemiyor ya da düşünmekten
alıkonuluyor.
Dijital dünya, modern dünya,
ileri teknoloji, post modern dünya… Ne derseniz deyin, meşgalelerimiz o kadar
artı ki aynaya bakacak fırsatımız olmuyor?
Beyinde acı reseptörü yoktur,
bu nedenle beynimiz acıyı hissetmez. Zannediyorum ki git gide insanlar olarak
tüm reseptörlerimiz in aktif hale gelecek. Git gide hissizleşiyor muyuz ne? Ne
zaman beyinden geçmişteki bir şeyi hatırlaması istense birçok yeni bağlantı
kurması gerekir. İstenen bilgi ne kadar eskiyse, o kadar fazla bağlantı
gerekir. Bağlantı kurmak için daha fazla kurcalamak gerekiyor ama biz bundan
vazgeçip geçmişimizden kopmaya çalışıyoruz.
En sevdiklerimizi bir bir
veriyoruz desenize… Meğer Nazım Hikmet’te bizden önce ne güzel demiş:
“annemi verdim, babamı
verdim, en sevdiklerimi ölüme de,
ben bu yaşım da
gitmenin böylesini görmedim...
kırılan bir boyun
gibi, orta yerinden kırıldığında ömrüm,
görmedim ademoğlunun,
dalından koparılır gibi koparıldığını...”
Dalımızdan koparılıyoruz, bir
gülün en ince yerinden koparılışı gibi… Nerde adam akıllı bir tomurcuk varsa o
koparılır zaten. Siz hiç tozu, böceği üzerine toplamış, yapraklarını da kendi
üzerine kıvrılmış bir gülün koparıldığını gördünüz mü? Bizler koparılıyoruz en ince yerlerimizden, bir
gülü dalından koparır gibi koparılıyor gençliğimiz…
Uzaktan bu manzarayı
seyrederken yüreğim kaldırmıyor, kaldıracak bir yüreğimde kalmıyor bu sırada
çünkü hepimizin enkazı beraber kaldırılıyor.
Bir başka yazıda görüşmek
ümidiyle…
Sessiz Notalar / M. Zeki Aygur
Yorumlar
Yorum Gönder